DATÇA

Saturday, February 09, 2008

ÖYKÜ



BARIŞ SUYU”NDA İLK KULAÇLAR
(Datca-Sömbeki Arası, 1948)
Nihat Akkaraca


Her gün geldikleri kahvenin önündeki masalardan birinde oturuyorlardı. Üçü de aşağı yukarı aynı yaştaydı; o yıl seksen altıyı devirmişlerdi. Sarı Osman denirdi Osman amcaya, saçlarının biraz sarı oluşundan mıdır nedir. Hamdi Amca’ya “Makeşinin Hamdi” derlerse anlaşılırdı. Adı Hamdi, soyadı Sarı’ydı. Ama yalnız soyadı “Sarı”ydı, kendisi değil. Bubasının takma adı “Makeşi’ydi. Bizim buralarda dediğim dedik insanlara “makasçı” derler ya, Hamdi amcanın bubası da biraz dediğim dedik inat bi adammış. Bu yüzden ilkin “Makasçı” demişler, daha sonra kolayına kaçıp “Makeşi” deyivermişler. Sonuç olarak Makeşi oğlu Hamdi diyeceklerine, Makeşi’nin Hamdi demişler. Üçüncüsü, Şerif Hocaların Adem, Adem Kaya. En yakışıklıları; bu yaşta bile sırım gibi, dimdik, bıyıklar gençliğindeki gibi yerinde, sadece beyazlaşmış. Eski günlerdeki gibi gene bakımlı ve gür. Üstelik kalbi pille çalışıyor. Ama, halen delikanlı gibi.
“Gel, otur!” dediklerinde tereddüt etmeden oturdum. Her zaman dinlediğim, gün görmüş insanlardı. Sohbetlerini tam ortasından dinlemeye başlamıştım. 1930’lu, 40’lı yılların Datça’sından konuşuyorlardı. Özellikle hiç ara vermeden günlerce yağan yağmurlar yüzünden, kış aylarında çift sürülemediğinde, büyükbaş hayvanların Gızılova’ya dağlara bırakıldığı, yağmurlar ara verince de gidip dağdan bulunup getirildiği günlerden…
Ben, sohbeti bölmek istemedim, ortasından dinlemeye devam ettim. Adem Kaya anlatıyordu:

“Durmak bilmeyen zemheri yağmurları başlayınca, Eski Datça’da herkes gibi biz de ineklerimizi, öküzlerimizi Gızılova’ya
[1]
götürüp bıraktık.Yani, Datca ağzıyla, dağa haykırdık. İçlerinde çok sevimli, bir yaşını geçmiş, kahverengi tüylü, evcil bi danamız vardı. Ona renginden ötürü “KINALI” adını takmıştık. Onunla çok ilgilenir, arasıra elimizden yiyecek verir, boynunun altını kaşır şımartırdık. Böylece evcil bir dana olmuştu. Tam büyüme çağında olduğundan, dağda birkaç ay içinde büyürse tanıyamayız diye kulağına çakıyla iki çentik atmıştım. O yıllarda dağa hayvan haykırmanın riski de yok değildi. Arasıra inekler, öküzler kaybolurdu. Bazılarını yırtıcı bir yaratığın parçalayıp yediği konuşulurdu. Eğer birisi dağda parçalanmış sığır kemikleri görmüşse, kaybolan hayvanlar faili meçhul cinayete kurban gitmemiş oluyor, suç, dağdaki bir iki yırtıcı hayvana yükleniyordu. Bir de hiçbir iz bırakmadan kaybolanlar olurdu. Bu kayıpların da nereye gittiğini, kimler tarafından nereye ihraç edildiğini hepimiz bilirdik. Bilirdik de kanıtlayamaz, susar, sineye çekerdik. Bu kayıpların çoğu, geceleri Sömbeki Adası’ndan gelen kayıklara, özellikle Lefter’in kayığına yüklenir, illegal ihracata katkıda bulunurdu.

Sığırları dağa bıraktıktan sonra daha rahattık; sığır gütmek yok, yemlemek, sulamak yoktu.
Siz de biliyorsunuz, o yıllarda yağmur bi başladı mı durmadan günlerce yağardı. Biraz hava açar düzelirse oduna gider, yıkılan tarla duvarlarını yapar, dağlık taşlık yerlerdeki zeytin diplerini çapalar açardık. Kış böylece geçerdi. O yıl da öyle geçti. Şubat ayı sonlarına doğru benim bi miktar paraya ihtiyacım oldu. Durumun aciliyeti de olunca, aklıma bizim dana geldi. Kimbilir dağda nasıl semirmiştir diye düşündüm. Dağa gitsem, yakalayıp getirsem, versem kasaba ücretini, kestirip etini satsam nasıl da işimizi görürdü o para. Ertesi günü bizim gara beygire atladığım gibi düştüm Gızılova yoluna. Öğleye doğru Gızılova’daydım. Bi kez Muçi Tepebaşı’nın yamacına baktım, bi kez de Tavşancıl’ın yamaçlarına baktım, bizim sığırları göremedim. Gidip Savraz Gediği’ne baktığımda orada bir sürü büyük baş hayvanın içindeydi bizimkiler, Kınalı da yanlarında. Bayağı büyümüş, semirmişti ama, huyu da kökten değişmişti. Daha önce beni görünce yanıma yaklaşıp koklayan, boynunu uzatan Kınalı, beni yanına yaklaştırmıyordu, sıçrayıp kaçıyor, yamaçlara tırmanıyordu. “Ulan Kınalı,sen hepten belek olmuşsun!” diye seslendim. Tutup bağlamak mümkün değil, ama, bizimkilerden de ayrılmıyor… Hepsini eve getirmeye karar verdim. Zaten iki hafta sonra artık bahar çiftini sürmeye başlayacaktık.. İki hafta önce veya sonra farketmez, diye düşündüm. Hayvanların hepsini önüme katarak Eski Datça’ya, eve getirdim.
Hemen ertesi günü gidip kasabı buldum, anlaştık. Kasap kesip ücretini alacaktı, ben de satılan etin parasını. Öyle yaptık. Hemen bir iki saat içinde Kınalı kesildi, parçalandı ve satıldı. Para sıkıntısını aşmıştım ama, Kınalı aklıma geldikçe de içim cız ediyordu.
Yağmurlar durmuş, artık herkes çifti çubuğuyla uğraşmaya başlamıştı. Aradan bi zaman geçti, havalar biraz daha ısınınca sığırları böğelek
[ii] tutmaya başladı. Güneş biraz yükselince böğelek korkusundan sığırlar açıkta durmak istemezlerdi. Böğelek denen sineğin sesini duydula mı, hepsi kuyruklarını dikerler, var güçleriyle koşarak kendilerini kapalı bir yere atarlar. Bi gün böyle kuşluk vaktinde hayvanları getirip dama kapattık Öğle yemeğini yedikten sonra kahveye gitmek üzere evden çıkınca, bizim damın kapısının önünde yatan bir dana gördüm.. Yanına vardığımda gözlerime inanamadım; yatan dana, kesmiş olduğumuz dananın tıpa tıp aynısıydıı.. Rengi, alnındaki beyaz benek, kulağındaki iki çentikle, boyu posuyla aynısı. Boynunun altını kaşımaya başlayınca anladım kestiğimiz dananın bizim dana olmadığını. Çünkü bu, boynunu uzatmış kaşımamı istiyordu. Gene de hiç bi şeyden emin değildim. Başım derde girmesin diye, ertesi gün erkenden danayı önüme katarak, köyden dışarı çıkardım, götürdüm Gızılova yoluna bıraktım.
Bir hafta geçmişti ki, bi tanıdık, Burgaz’daki ekili tarlamızda bir dananın ekinlerin içinde otladığını, orada yatıp kalktığını söyledi. Dananın rengini, büyüklüğünü anlatınca, onun bizim Kınalı olduğuna iyice inandım. Ertesi günü Kasap Hasan’a gidip, daha önce yanlışlıkla başkasının danasını kestiğimizi, bizim dananın şu anda Burgaz’daki tarlamızda eğlendiğini anlattım. Bana, “Bak Adem,” dedi. “Şu anda ortalıkta dolaşan fazladan bir dana var. Yarın öbür gün, kesilen dananın sahibi çıkar gelirse, başına iş açarsın. Getir, bu danayı da keselim, ilerde dana sahibi gelir başını ağrıtırsa parasını ödeyiverirsin...” dedi. Kasabın fikrini akla yakın buldum. Bir adam gönderip danayı Burgaz’dan İskele’ye getirttik. İskele yeni kaza merkezi olmuştu. Henüz kasaplar için kesim yeri belirlenmemişti. Danayı, Kumluk Koyu’ndaki Çatal Mağara’nın önünde, tam sahilde kesecektik. Kesim yapılacağını duyanlar gelmeye başladı. Hatırı sayılır bir kalabalık toplandı. Dana yatırılarak ayakları iple bağlandı. Kalabalık, dananın etrafını yarım ay şeklinde çevirmişti. Sadece deniz tarafında insan yoktu. Kasap Hasan, bismillah çekip, bıçağı dananın boğazına dayarken, dana öyle bir tırsalandı ki, bağlı olan ayaklarını ipten kurtarıp ayağa kalktı. Bıçak, boynunun altını bir santim kadar kesmişti , kan akıyordu. Dana, bir arkasına bir de önüne baktı. Arkası insanlarla çevriliydi. Kaçabileceği tek yer denizdi...
İnanılmaz bi çeviklikle kendini denize attı, bütün gücüyle yüzmeye başladı; suyun üstünde ince bir kan izi görünüyordu. Herkes arkasından bakıyor, karaya en kestirmeden çıkacağını sanıyordu. Kumluk koyunun ortalarına gelince, rotasını birden karşidaki Yunan Adası, Sömbeki’ye çevirdi. Sanki başka bir ülkeye sığınmaya karar vermiş gibi daha hızlı yüzmeye başladı. Onun etini satın almak için etrafını çevirenleri hayal kırıklığına uğratmıştı. Kınalı’nın geri dönmeyeceğini anlayınca, yanıma iki genci alarak limana koştuk, ilk bulduğumuz tekneyi çözerek asıldık küreklere. O yıllarda Datça’da motorlu tekne yoktu. Tekneyle limandan çıkıp Esenada’yı dolaşıncaya kadar Kınalı, nerdeyse Uzunca Ada’ya yaklaşıyordu. Biz sandaldakiler ter içinde kalmıştık. Tam yakalayacakken dana uzaklaşıyordu. Sonuçta dana yoruldu ve hız kesti. Yaklaşıp ipi boynundan geçirerek bağladık, karaya doğru çekmeye başladık. Önceleri biraz direnen dana, yorulunca direnmekten vazgeçti.
Kınalı, tekrar eli bıçaklı kasabın karşısında buldu kendini. Soludukça, öfkesinden mi yoksa yorgunluktan mıdır nedir, burnundan suyla karışık duman çıkıyordu. Boynunun altındaki bıçak kesiğinden akan kan da durmuştu. Kasap Hasan, elinde bıçak, bir danaya bir de oradaki kalabalığa baktı ve:
-“Kusura bakmayın arkadaşlar! Ben bu danayı kesmeyeceğm!... Bu danada bir hikmet var… İkinci kez bıçaktan kurtuluyor…” Bana dönerek: “Al götür evine bu danayı! İlerde, yanlışlıkla kestiğimiz dananın sahibi çıkarsa ona verirsin. Çıkmazsa boğa olarak besler hem çiftini sürersin hem güreştirirsin. Benden bu kadar!”dedi. Orada toplananların alkışları karşı tepelerde yankılandı.. Bu alkışlar, Kasap Hasan’ın etkileyici konuşmasına mı, yoksa ilk kez Sömbeki Adası’na yüzmeye kalkışan KINALI’ya mıydı, anlayamadık…”


Not: Bu olayın üstünden çok geçmeden daha önce yanlışlıkla kesilen dananın Hızırşahlı sahibi çıktı ortaya. Kaybolan danasını arıyordu. Kesilen dananın yerine Kınalı, kulaklarındaki çentik, boynunun altındaki bıçak yarası ve Sömbeki’ye ilk yüzen dana ünvanıyla Hızırşah Köyü’ne gitti.

Anlatan: Adem Kaya. (1915-2004)


[1] Datça Yarımadası’nın güney-batı tarafında dağlık, büyükçe bir bölge
[ii] Böğelek; Bahar aylarında, güneş biraz yükselince, dışarıdaki sığırlara musallat olan bir nevi sinek. Onun sesini duyan sığırı açık havada hiçbir güç tutatamaz. Hayvan bütün gücüyle, kuyruğu havada sığınacak bir ahır arar.

0 Comments:

Post a Comment

<< Home